8 Ekim 2015 Perşembe

MERAKLILARINA






Dün, atlattığım koca bir seneye artık bir nokta koymam gerektiğini düşündüm ve uzunca bir zamandır istediğim dövmemi yaptırdım.

Artık sağ omzumda 'Stronger' yazısı var.

Hayatımın sonuna kadar da silmeyi düşünmüyorum.

Kendimi her güçsüz hissettiğimde aynadan omzuma bakıp, güçsüzlüğümü yenebileceğimi hatırlamak istiyorum.

Ve bu bloga son yazımı resmi olarak yazmış bulunuyorum.

Eski benliğime tekrar hoşgeldin diyor, bundan sonraki tüm yazılarıma (saçma sapan kişisel gelişim yazılarım da dahil) eski benliğime ait blogumdan devam etmeyi planlıyorum.

Hayırlı olsun.

Benimle benzer problemlerden geçmekte olan herkese de iyi şanslar diyorum son olarak. Unutmayalım, bizler insanız. Avaraj her insan, depresyonun üstesinden gelecek kapasitede bir güce sahiptir.

O yüzden her şey mümkün.

Hoşçakalınız:))

29 Eylül 2015 Salı

ORJİNAL BAŞLIK İÇİN NE FİKRİM NE HALİM VAR...

Nedendir bilmiyorum, günlerdir kronik bir yorgunluk var üzerimde.

Ayın kızıla boyandığı gece (Kurban Bayramı'nın bittiği haftasonu) uyuyamadım. Koskoca 1 yıldır, belki de ilk defa başıma geldi bu uykusuzluk. O uykusuz halimle okula başlayınca, hele bir de o başladığım hafta staj ve nöbet dolu bir hafta olunca...

'Bayramda spor salonunun yüzünü göremedim, dede sporuyla (nam-ı diğer yürüyüş) idare etmekten sıkıldım' inatlaşması yüzünden illa ki gym'e zaman ayırmaya özen gösterince...

Bir yorgunluk olması doğal olsa gerek.

Gerçi yorgunum diye sporu abartmıyorum. 15 dakikalık hafif sabah koşusundan sonra akşama doğru gym'e tekrar uğrayıp, 15 dakikalık ısınma koşusu+hafif kas çalışması+10 dakikalık yürüyüş rutinimden caymıyorum.

Bir de ilginçtir, canım tatlı çekmeye başladı. Karbonhidrat ihtiyacım olduğundan değil; Ayşegül Çoruhlu diye instagram'da garip espriler yapıp duran bir diyetisyen yok mu, onun 'Tokuz ama Açız'gillerine döndüm. Uzunca bir zamandır böyle olmamıştım.

Sırf onu da geçtim. Gereksiz aşırı iştah da var uzunca bir zamandır. Masaya beraber oturduğum insanlar şaşakalarak yemek yiyişimi izliyor. Erkek arkadaşım hariç. Allahtan o da benim gibi yemek yemeyi sevenlerden...

Ya da beni aşırı sevenlerden...

Kullandığım hormon replasman tedavisinin 1 haftalık dinlendirme evresindeyim ve bu yüzden adet kanamam var. Ayrıca kendimi şiş de hissediyorum. Muhtemelen o ilaç yüzünden böyleyim.

Tam anlamıyla normal bir insana dönüştüm sanırım. Yani... Umarım.

Galiba kendimi biraz dinlenmeye ayırdım.

Aşırı iştahım... Yorulmam... Uykuya hasret kalmam... Tatlılara dalmam... Şişkinlik ve adet kanamaları...

Galiba vücudum, kendime çektirdiğim acı dolu bir senenin dengesini sağlamaya çalışıyor.

Ve biliyor musunuz?

Bu durumdan rahatsız değilim.

Lisedeki ergen dönemlerimde, diğer bütün yaşıtım kızlar gibi, kurgusal kitaplardaki vampirlerin aşığıydım (öyle bir fazdan hiç geçmediğini söyleyen bir kıza rastlarsanız uzak durun o kızdan. Kasıntıdır, özgüvensizdir, aşamadığı problemleri vardır; kısacası YALANCIDIR. Vampir değilse kurt adam, kurt adam değilse nefilin, bunların hepsinden bihaberse en azından bir Kara Murat sevdası olmuştur geçmişinde. Stereotype yaptım biliyorum, ama HAKLIYIM). Neyse, lafı çok da uzatmiyim. Kitaplarda hep vampirlerde 'insan olma' arzusu olurdu. Ölümsüz ve mükemmel yaratıklardı, ama mükemmellikten nefret ederlerdi. İnsan oldukları zamanlarda 'mükemmeliyetçi' kişiliği olan vampirlerse, o arzularını kendilerine yediremezlerdi ve baskılamak için 'insan' kavramını aşağılarlardı.

Vampirlerin mükemmellikten neden nefret ettiklerini anlayamazdım.

Sonuçta insan olmak nedir ki?

Avaraj biri olmak nedir ki?..

Hep böyle düşünürdüm.

Çocukmuşum.

Bu dünyada normallikten daha güzel bir şey yok. Olmadı, olmayacak.

İnsan olmak normal olmak yahu...

Geçirdiğim depresyondan aldığım en doğru düzgün derslerden biri: 'Hayatını farklı olmaya adayan mükemmeliyetçilerden uzak duracaksın.'




20 Eylül 2015 Pazar

BİR DEMET ÇİÇEK

Dün gece aldığım o üzücü haberden beri aklım çok karışık.

Merhum lise arkadaşımın geçirdiği trafik kazasının detaylarını biraz biraz öğrendim.

1- Düşündüğümün aksine, arabayı kendisi değil; babası sürüyormuş.
2-Bize ilk söylendiği gibi babası yoğun bakımda değilmiş; tıpkı annesi gibi, kazayı kırık çıkıklarla atlatmış.
3-Cenazeye annesi de babası da katılmış.

Birkaç gün önce, üniversiteden bir arkadaşımın doğumgününde aldığı talihsiz bir haber sonucu hepimiz soluğu Ümraniye Camii'sinde alıp, arkadaşın anneannesini son yolculuğuna uğurlamıştık. Dua edilirken, gözüm arkadaşımın annesine ilişmişti. Kadıncağız, avlunun bir köşesine sığınmış; dengesini kaybetmemek için mücadele ediyordu. Yorgun, mutsuz, çaresizdi.

Gözyaşlarıma hakim olamamıştım.

Lise arkadaşımın ailesinin o cenazedeki halini düşünmek bile istemiyorum.

Ama düşündüm...

Ve yine gözyaşlarıma hakim olamadım.

Bu sefer soluğu, Konya'da kılındığı için cenazede alamadım; onun yerine spor salonuna gittim.

Kendime acı çektirircesine spor yaptım.
Eski zamanlarımdaki gibi spor yaptım.

Ve biliyor musunuz? Hayatımda ilk defa, o spor bana kendimi iyi hissettirdi.

Gerçekten, bazı zamanlar oluyor ki; acı çekmek insana iyi geliyor. Önceki acını dindiriyor.

Sanırım, gerçekten de çivi çiviyi sökebiliyor.

Yaptığım spordan dolayı pişman değilim. Olmuş bitmiş bir şey için üzülmektense, erkek arkadaşımın bana 'hastane nöbeti hediyesi' olarak aldığı bir demet çiçeğe bakıp, salak salak gülümsemek daha iyi bir fikir.

Dünden sonra, önemli bir şeyin farkına daha vardım. Hayat, sırf bize yasaklandı diye istediğimiz şeyi yapmamamız için fazla kısa. İstiyorsak, yapacağız. Ertelemek gibi bir lüksümüz yok.

Bugün halsiz düşene kadar spor yapmak istedim, yaptım.

Bu haftanın sonuna kadar, sırtıma dövme yaptırmak istiyorum. YAPTIRACAĞIM!

Bu kadar...

İyi geceler:)

19 Eylül 2015 Cumartesi

ASİMETRİK KIRMIZI BOĞAZLI KAZAĞA İTHAFEN

Aslında bu yazıyı, mutlu bir liseli ergen dönemimde açtığım blogumdan paylaşmayı düşünüyordum.

Erkek arkadaşım bugün ilginç bir analizde bulundu. Depresif ve düşünceli zamanlarımda bu bloguma ağırlık verdiğimi, mutlu ve sosyal zamanlarımda eski blogumda paylaşımlarda bulunduğumu söyledi. Haklı, ama bir bakıma.

Hipotalamik amenore blogunu sadece depresif zamanlarıma saklamıyorum. İleriye yönelik sorgulamalar çektiğim zamanlarımda, her insan gibi, sorularımı paylaşasım, yükümü azaltasım geliyor. Şu aralar, gerek kendimle ilgili, gerek çevremle ilgili, daha önce fark etmediğim şeylerin bilincine varıyorum. Herkesin geçtiği çağlar bunlar herhalde.

Bugünkü niyetim, erkek arkadaşımla bugün izlediğim bir filmin kritiğini yapmaktı. Tipik bir durum komedisiydi. Adı 'She's Funny That Way' idi ve Jennifer Anniston oynuyordu. Benim favori aktrislerimden kendisi. Brad Pitt'in hep aptal olduğunu düşünmüşümdür Jolie'yi ona tercih ettiği için. Çok sonradan fark ettim bu düşüncemin yüzeyselliğini. Hayır, fark etmemi sağlayan şey deneyimlerim olmadı. Erkek arkadaşımın, Brad Pitt'in karısı hakkında söylediklerini bir link halinde yollamasıyla oldu:

'My wife got sick. She was constantly nervous because of problems at work, personal life, her failures and children. She lost 30 pounds and weighted about 90 pounds. She got very skinny and was constantly crying. She was not a happy woman. She had suffered from continuing headaches, heart pain and jammed nerves in her back and ribs. She did not sleep well, falling asleep only in the mornings and got tired very quickly during the day. Our relationship was on the verge of a break up. Her beauty was leaving her somewhere, she had bags under her eyes, she was poking her head, and stopped taking care of herself. She refused to shoot the films and rejected any role. I lost hope and thought that we’ll get divorced soon… But then I decided to act. After all I’ve got the most beautiful woman on earth. She is the idol of more than half of men and women on earth, and I was the one allowed to fall asleep next to her and to hug her. I began to shower her with flowers, kisses and compliments. I surprised and pleased her every minute. I gave her a lot of gifts and lived just for her. I spoke in public only about her. I incorporated all themes in her direction. I praised her in front of her own and our mutual friends. You won’t believe it, but she blossomed. She became better. She gained weight, was no longer nervous and loved me even more than ever. I had no clue that she CAN love that much.
And then I realized one thing: the woman is the reflection of her man.
If you love her to the point of madness, she will become it. '

Hikayeyle çok kolay bağlantı kurabilmiştim. Erkek arkadaşım beni ilk tanıdığında, benliğimden eser kalmamıştı. Zayıftım, psikolojik olarak ölümle yaşamı ayırt edemeyecek kadar zayıftım. Görüntüm de çok zayıftı; bakan insanların bakışları, prematüre bir bebeğe bakarmışçasına acıyan ifadelerden farksızdı. İçim, dışıma yansımıştı.


Roald Dahl'ın ifadesiyle, aynen böyle.

Neden böyle oldum? Bilmiyorum. Biliyorum, ama bilmiyorum...

Bugün, liseden yakınen tanıdığım bir arkadaşın vefat haberini aldım. Muhtemelen bayram ziyareti için yaptığı bir araba yolculuğunda kaza geçirmiş. Kendisi vefat etmiş, babası yoğun bakımda, annesi yaralı.

Lisedeyken az mı dalga geçerdik o çocukla?
Tek suçu; saf, aklına geleni söyleyen, temiz kalpli, hayatını eğlenerek geçirmeye çalışan biri olmasıydı. Hiçbir şeyi takmazdı. N'olursa olsun, hep mutluydu. Yeri geldiğinde agresifti, ama kızdığında bile güleçti. Her zaman Roald Dahl'ın çiziktirmelerindeki ikinci insandı o. Hepimizin gözünde; dalga geçenlerin de dahil. Belki de fark etmiyorduk ama, kıskanıyorduk o güzelliği; o yüzden geçiyorduk dalgamızı!

Neden böyle oldum? Beni üzen şey, beni neden üzdü? Bilmiyorum...

Ne yalan söyleyeyim... Beni üzen şey, beni üzdüğü için kendimden utanasım geliyor. Gururuma dokunuyor...

'İlk gördüğüm andan itibaren senin evlenmek istediğim kız olduğunu anlamıştım' dedi erkek arkadaşım.
'Neden? O halimle nasıl bunu isteyebildin?' dedim.
'Asimetrik kırmızı boğazlı kazak giymiştin... İstememek mümkün mü?' dedi.

Sevgili asimetrik kırmızı boğazlı kazağım... (Aslında benim değil, annemin kazağı. O gün, 'Kızımın ilk date'i hayırlı olsun bakiyim!' diyerekten kendi elleriyle giydirmişti beni anneciğim). Beni, hayatımın en büyük hatasından kurtardığın, bana ikinci bir şans verdiğin için sana ne kadar teşekkür etsem az.

Hayat üzülmeye değmiyor...

15 Eylül 2015 Salı

FIRILDAYAN PANTOLON DÜĞMELERİ

4. sınıfa başlamanın bir getirisi olaraktan, artık hastane stajlarında sürünüyorum.

Şu dünyada en nefret ettiğim kurallardan birine her gün uymak zorunda kalıyorum: ÜNİFORMA!

Ya doktor önlüğü ya da scrub dedikleri ameliyathane üniformasına izin var. Havalar aşırı sıcak olduğundan, önlük bana aşırı dertli geliyor. O yüzden scrub'ların üst kısmını evde giyip, öğlen 11.45'e kadar felan oyalanıyorum. İmza atma saatinden 5 dakka önce de hemmencecik giyinme odasından göbişten açık bluzlerle çıkıyorum. (Evet... İSYANKARIM)

İsyankarım... Üniforma giyme zorunluluğundan dolayı değil; FAZLA KAPALI GİYME ZORUNLULUĞUNDAN...

Pantolon veya uzun etek kuralımız da var efenim. Yazılı değil, sözlü bir kural. Ama var. Çok eski pantolonlarım geniş, eski pantolonlarım da dar. Arasını bulamıyorum bu yeni popişimle.

Geçen seneki iyileşme dönemimden kalma pantolonlarımdan biri denk geldi elime, onu giyeyim dedim. Super-skinny bişi (O halimle en küçük beden super-skinny'ler eşofman gibi duruyordu. Tarz olduğumdan değil, zorunluluk olduğundan o tip pantolonlarla tüm seneyi geçirmiştim). Amanin, ne zor şeymiş süper düper skinny giymek yahu? Giymesi tam 10 dakka sürdü. 'Lan, o kadar kas yaptın; nasıl şunu bacağından geçirmeyi beceremezsin. Az biraz daha güç uygula bakiyim?!' diye diye güç bela girdim içine. Bir de baktım, 10 dakika geç kalmışım evden çıkmak için.

Anamlar tam bana geç kaldım diye çemkirecekken, pantolonun üstümdeki yeni duruşunu görüp ağızlarını 360 derece açarak donakalınca, çemkirme memkirme kalmadı. Şaşkınlıkları geçip bir şey söyleme ihtiyacı duyunca, annem anca: 'Pantolon çok tatlı durmuş...' diyebildi.

Koştura koştura teee İstanbul'un öbür ucundaki hastaneye vardım allahtan (Onca kardio işe yarıyor). Ama koşturmanın bir de beraberinde getirdiği apayrı bişi var: TUVALET!!!

'Zaten geç kaldın, hemencecik bitiriver şu işini de git staja!' diyerek, eski alışkanlığımla hareket edip de pantolonu, eşofman altıymış gibi 'drinkkkkkk' diye indirince nolur?

DÜĞME FIRLAR!

(Evet... Geçen seneden kalma bir alışkanlık. Süper düper double zero beden skinny pantolonlarımı indirmek için öylesine aşağı ittirmem yeterdi)

Ve ardından, emekli anoreksiğimiz ve spor bağımlımızı gülme krizi tutmaz mı?

TUTAR!

Gülme krizini özlemişim.

İyi geceler efenim...

9 Eylül 2015 Çarşamba

ROMAN OKUMAK NİYE BU KADAR ZOR?

Günlerdir Orhan Pamuk'un 'Kafamda bir Tuhaflık' adında bir romanını okumaya çalışıyorum.

Ama çalışmakla kalıyorum, OKUYAMIYORUM!

'Amaaan Orhan Pamuk yazmış, ne beklersin ki? Adamın amacı zaten okutmamak' diye bir bahane uydurasım var bu özrüme.

Ama hiçbir bahanesi yok bu durumun, farkındayım.

Roman okuyamıyorum...

Bu sabah uzun bir aradan sonra spor hocamla antrenman yaptım yine. Biraz felsefiktik bugün. Giriş, gelişme, sonuç'lu uzuuunca bir nutuk verdikten sonra konuşmasının ana fikrini söyledi: 'Sokakta yürüyen gördüğün her insan birer roman. Kitaplığındaki her roman da birer insan, o insanın hikayesi'

Çok klişe geliyor kulağa biliyorum; ÖSS'de Türkçe paragraflarına çalışırken hep böyle ana fikirleri olan yazılarla uğraşırdık. Canımız sıkılırdı 'Her roman bir insandır' eşitlemesinden.

Ama bunun klişeleşmesinin sebebi, doğru olması olabilir mi?

Bence de her insan ayrı bir roman...

Ve ben, roman okuyamıyorum...

Sıkılıyorum.

Analiz yapmayı seven, sürekli kendi sorunlarına bilimsel bir kaynak bulmaya çalışan biri olarak; başkalarının hikayelerini okumak beni sıkıyorsa, bu işte bir gariplik var...

Neyse, ben şu kitabı okumaya tekrar bir kasayım bari...

6 Eylül 2015 Pazar

İKİNCİ TEŞEKKÜRÜM

Sevgili günlük,

Hatırlar mısın bilmem; annemden 1-2 hafta önce geçtiğimiz yıl onlara çektirdiklerim için özür dilemiştim ve bana sabrettikleri için ona teşekkür etmiştim. Annem de, gördüğü mutlu sonun paha biçilemez olduğunu belirtip, 'fazlalıklarım'ı sıkmıştı.

Bugün, hafta sonlarımın vazgeçilmez insanlarından biriyle, uzun bir süreliğine son görüşmem oldu. (Kendisi birkaç haftaya İngiltere yolcusu, doktorasını orada yapacak. Ondan önce de anneannişlerini görmeye bir Bozcaada'ya uğrayacak. Böyle de cool kankalarım var; havalı mıyım ne;) )

Bana bakıp: 'Gerçekten artık eski sağlıksız görüntünden eser kalmamış. Şimdi fark ediyorum. Zayıf değilsin, incesin; mutlusun.' dedi.

'Sen durumun farkında değilsin ama seninle geçirdiğim hafta sonlarının payı çok büyük düzelmemde. Teşekkür ederim'

'Gerçekten farkında değildim, ama dediğin gibiyse, nasıl sevindim anlatamam. Düşündüğünden çok daha değerli birisin'

Düşünüyorum da... Özür dilemek de, teşekkür etmek de bir tür meditasyon aslında. Eskiden bunu anlayamazdım. Sanırım meditasyonunu yapacak gerçek bir üzüntü sebebim yoktu. Stresi mıutsuzlukla karıştırıyordum.

Yeni bir şeyler öğrenmek güzel bir şey. Yaşayarak öğrenmekse daha kalıcı kılıyor.

Her ne kadar yaşama kısmı çok zorlu geçmiş de olsa, şu anki halimden memnunum.

Facebook'tan gördüm; geçen sene bugün Amerika'dan dönmüşüm.

Geçen koca bir sene ilginçti, mutsuzluklarla doluydu. Ama sonunda bana mutlulukların en büyüklerini verdi. Vermeye de devam ediyor.

Kendimi seviyorum. Beni sevenleri daha çok seviyorum. Kendimi sevenler arasında ben de varım. Haliyle kendimi kendimden daha çok seviyorum... Daha fazla karıştırmadan bu yazıyı bitiriyorum.

İyi geceler;)